Cumartesi, Mart 03, 2018

ne okusam?



bi karar aldım, aynı anda birden fazla kitap okuma huyumdan vazgeçiyorum, fakat ne okusam?

önce, böyle buyurdu zerdüşt'ü okuyayım dedim, şöyle adamakıllı. derken birden belki de bu aralar beni bir takım yoğun duygulara şey edecek bi şey mi okusam mı, dedim, zira bir peygamberi, ki o peygamber nietzsche bile olsa, dinleyebilecek halde değildim sanki ve böylece, bak, durgun don'un tam zamanı işte, diye düşündüm.

veya şu kırmızı pazartesi de olabilirdi. ne zamandır bir kez daha okumak istiyordum.

derken, dur, dedim kendime.

sadece felsefe tarihi oku, dedim. diğerleri beklesin dedim, şu bir yıl boyunca başka bi şey girmesin kursağından, odaklan, dedim; işcisin sen, işci kal, giy şu tulumları, dedim.

büyük laf etmiş oldum bu vesileyle; kendim bile  kendine inanamadı; ama dur bakalım nolacak.


Cumartesi, Şubat 17, 2018

büyükler



neden sonra şimdi napsam diye düşündüm. bu aralar pek bi şey yapmıyorum fakat sık sık şimdi napsam diye düşünüyorum. (çelişkilerin bir insanıyım.)

benim gibi adamlar gerçekten çok mantıksız adamlar: ne biçim yaşıyoruz? biri buna dur demeli. yani biri benim gibi adamları bi yerde toplayıp, arkadaşlar siz napıyosunuz, olur mu hiç böyle şey diye azarlamalı.

bizim biraz büyük sözüne ihtiyacımız var. bi büyüğüm de kalmadı ki fakat sevgili dostlarım. şöyle yanına varıp kendisinden öğütler alabileceğim bir büyüğüm.

(böyle saçmalık olur mu ya?)

agota kristof'u bitirdim. keyifle okudum ama sanırım benim yazarım değil. şu carver gibi birini bulsam da bi süre onunla takılsam, ne güzel olur.

bi keresinde twitter'da kimi okusam diye sormuştum da semih gümüş, carver'ı oku diye twit atmıştı. ne güzel bi davranış. dediğini yaptım ve hemen carver'ın aşk konuştuğumuzda ne konuşuruz'unu aldım. ve vuruldum. borges'in, calvino'nun ve marquez'in (bunlar benim olimpos'umun tanrılarıdır,)yanına koydum onu hemen, sonra türkçe'de yayımlanmış neyi varsa hepsini okudum. hâlâ da okuyorum.

bi şeyler çizmek istiyorum.

kristof'un ardından murakami'nin kadınsız erkekler'ini okumaya başladım. bu murakami'den okuyacağım ikinci kitap olacak. ilki sahilde kafka'ydı. ama sanırım o da hiç bir zaman olimpos'umda kendine bir yer bulamayacak.

rım rım rım...
milan dedim, (akşam, büyük parkın orada  çınar evi diye bi mekan var, orada otururken,) bizim sülale hiç büyüyemeyen çocuklardan oluşan bir sülaleydi, milan, dedim, çok sevildim fakat aydınlatılamadım güzel hanımım, dedim.

bu memleket beni çok üzüyordu sayın seyirciler.



Salı, Şubat 13, 2018

bir gün daha


sabah altı otuz'da alarm marifetiyle uyandım.

milan kalk, dedim.

bi  beş dakika daha uyuyucam, dedi milan.

derken ben de uyayakaldım fakat bir müddet sonra hanımımın, erhan kalk, diye seslenmesiyle bir kez daha uyandım ve kalktım. kahve suyu koydum. banyoya gittim ve orada rutin bir takım hareketler söz konusu oldu.

milan giyinirken ben kahveleri hazırladım. kahvelerimizi içmek üzere kanepelerimize geçtik ve ipad'i elime aldım ve twitter'ı açtım ve hemen moralim bozuldu. bi salak, kayserili bilim adamlarının borla çalışan tank yaptıklarını yazıyordu. şaka yapmıyordu. trollemiyordu.

milan, erhan bırak onu da biraz konuşalım, gidicem ben ya, dedi.

ipad'i hemen yanıma bıraktım ve baktım hanımıma, evet, dedim, bi şey anlatsana erhan dedi hanımım.

şu öğretmene yapılanları izledin mi milancım, dedim.

 ay evet, dedi milan, ne hale geldi okullar, diye karşılık verdi, ama iyi oldu belki bi şeylerin tartışılmasına vesile olur böyle şeyler, dedi.

ben, ama yazık oldu öğretmene, dedim, eşinin falan yüzüne nasıl bakacak şimdi, çok utanmıştır, dedim.

neden sonra, ay geç kaldım, diyen hanımım hemen kalktı, son bir yudum daha çekti kahvesinden ve botunu giyip, yanağıma bir öpücük kondurup, sabah karanlığında kayboldu gitti.

yalnızlık kaleme geri döndüm.

star trek discovery'nin son bölümü gelmişti, izlemeye çalıştım fakat izleyemedim. zira çok kötü.

bu aralar metin and'ın 'osmanlı tasvir sanatları'nı karıştırıyorum. o kitaptan bi kaç minyatür aldım ve bloguma yükledim. minyatürde çizgi roman tadı var. çok seviyorum. minyatürcüleri, onların naif dünyalarını falan çok seviyorum.

bir müddet böyle minyatürleri izleyerek zaman geçirdim ve sonra kalktım, kahvaltı hazırladım: zeytin, peynirler, iki yumurta, milan'ın yoğurt ve bir takım salatalık malzemeyle yaptığı çok lezzetli bi şey ve patates kızartması vardı kahvaltıda. bal yoktu, balı dün bitirmiştim.

sonra yeşil kanepeye uzandım ve taa ne zaman önce aldığım moebius ve jodorowsky'nin incal'ini okumaya başladım tekrar. biraz okudum. neden sonra tekrar bilgisayarın başına geçtim, ama bilgisayarın başına geçmeden önce, incal'ı okurken, ulan ne zamandır roman okumuyorum, bi roman bulayım ya, diye düşünmüştüm. kitaplar klasörümde binlerce kitabım var. agota kristof 'un "dün"ünü kindle'ıma yükledim. bi türk kahvesi yaptım ve sallanan koltuk diye tarif edebileceğimiz bir koltuğa kuruldum ve kitabı okumaya başladım.

fakat bu çok uzun sürmedi. 1'de toplantım vardı. duş almalı, bi gömlek ütülemeliydim. bu dediklerimi yaptım ve manasız bir toplantıya böylece bi kaç dakika geç kaldım.

öğlenden sonra iki dersim vardı: proje hazırlama ve felsefe. proje hazırlama'da kitap okuyoruz. ben çehov'dan bi kaç hikaye okudum. birinde  ceberut bir kadının hayatına girmesiyle görünmez hale gelen bir adamın hikayesi anlatılıyordu. felsefe dersinde ahlak felsefesi yaptık. ahlaken iyi diye değerlendirilen bazı eylemler etik olarak kötü olabilir mi sizce çocuklar?

sonra eve döndüm.

telefonun şarjı bitmek üzereydi. biraz dolsun da dedim, sonra bornova'ya doğru biraz yürürüm dedim.

youtube'da "Dr. Mehmet Ö. Alkan ile 150. yılında Das Kapital’in Türkiye’deki Serencamı" diye bi video izledim ve şarj doldu ve yola çıktım.

hava biraz serin fakat güzeldi. ne güzel uzun yürüyüşler yapmaya başlamıştım bir ara. sonra kış gelmiş ve ben yine evde pinekler olmuştum.

yol boyunca rabarba potcastı dinledim.

milan'la büyük park'ta bi kafede buluşacaktık. buluştuk. fakat bir çay bile içmeden arabamıza atladık ve eve geri döndük.

hemen yemeklerimizi hazırladık. mantarlı bi şey hazırladı milan. ben sevmiyorum mantar. kendime ton balıklı makarna yaptım. salata malata. le casa del papel eşliğinde karınlarımızı doyurduk. ve kapı çaldı. küçük odanın tavanında bir su sızma problemi var. sorunun muhatabı komşu bir ustayla geldi ve suyun sızdığı duvar incelendi ve gitti sonra onlar.

bu arada milan bi saatliğine uyumak üzere yatağa geçti.

çay yaptım. agota kristof'u açtım tekrar. enfes bi şeymiş. bu gece bitiririm heralde...

saat 23.35.

milan hâlâ uyuyor. bi ara uyandırmaya çalıştım onu ama yok. kalkmıyor. sonra gecenin üçünde kalkacak sabah kadar uyuyamayacak.

evet. işte böyle.

Perşembe, Ocak 25, 2018

İnananlar mutludur. Şüphe edenler ise bilgili.



Savaşa hayır diyemiyoruz. Fakat savaş ne işe yarar? 

"İnananlar mutludur. Şüphe edenler ise bilgili."  (Edgar Allan Poe)

Biraz önce iki kitap sipariş ettim. Biri şu. diğeri de bu.  Satın alma saadeti.

Semerkant’a giden İzvestia gazetesi muhabiri, Enver Paşa’yla yaptığı mülakatı şöyle aktarmaktadır:

“Yataktan kalkar kalkmaz bir Türk subayı gelip emir ile görüşebileceğimi bana haber verdi. Derhal indim ve subayla birlikte genel karargâha gittik. Semerkant güzel bir Asya şehridir. Fakat beni en çok şaşırtan nokta bütün halkın son zamanda silahlandırılmış olmasıydı. Bu silahları nereden buldular? Bu silahları kim dağıttı? Semerkant birlikleri pek çoktur. Bana öyle göründü ki, Enver’in ordusunda her alay başka bir ırka mensup erlerden oluşmuştur. Fakat bu birlikler oldukça iyi donatılmıştır. Bununla beraber her ırk kendi milli kıyafetini korumaktadır!Türk subay ve erleri pek çoktur. İşte genel karargâha geldik. Burası taştan yapılmış güzel bir binadır. Kapıda nöbetçiler bekliyor. Bir Türk albayı bizi karşıladı. Bu, kurmay başkanı Nüzhet Bey’di. Emir, odasına girdiğimizde bizi bekliyordu. Enver’in resmini daha önce görmüştüm. Fakat bugünkü emir ile dünkü Enver Paşa birbirinden pek farklıdır. Bugünkü Enver siyah sakalıyla tanınmaz bir adamdır. Başında arkaya atılmış büyük bir Sibirya kalpağı var. Emir, siyah bir Çerkez elbisesi giyiyordu. Bir yanda tabanca, hançer, göğsünde fişeklikler vardı. Enver bu haliyle korkunç ve heybetli görünüyordu. Arkasında duvarda büyük bir kurmay haritası asılı, masasında iki telefon, kağıt üzerine koymak için kullanılan, ağırlık görevini gören parçalar, Türk ve Avrupa gazeteleri var. Enver elini yıkadıktan sonra görüşmemiz başladı.

Yazının devamı şurada.


Şurada
 kitaplara nasıl not alabileceğimize dair bi yazı var:

"Bir bif­tek aldı­nız ve onu kasa­bın buz­do­la­bın­dan ken­di buz­do­la­bı­nı­za aktar­dı­nız. Ama bu bif­te­ği tüke­tip kanı­nı­za karış­tır­ma­dan keli­me­nin ger­çek anla­mıy­la ona sahip ola­maz­sı­nız. İddi­am şudur ki, kitap­la­rın da size her­han­gi bir fay­da­sı olma­sı için kanı­nı­za karış­ma­sı gere­kir." 


Slavoj Zizek kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle diyor:

"Orwell’ın 1938’de yazdığı harika bir deneme okudum. Tipik sol liberallerin harika bir analizini yapmış. Değişim istediklerini ama bunu ikiyüzlüce yaptıklarını söylüyor: Değişim istiyorlar ama sanki hiçbir gerçek değişim olmayacağını netleştirmek için yapıyorlar bunu." 

Röportajın tam-metin çevirisi şurada.

Dimitrov:
Faşizm, büyük emperyalistlerin çıkarlarına hizmet etmekle birlikte, kitlelere, kendisini aldatılmış bir ulusun kahramanı biçiminde tanıtır. Alman faşizmi örneğinde de görüleceği gibi, kitlelerin ateşli ulusal duygularından yararlanır." 

Marx:
"Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor."


"31 Temmuz 1947’de, Pulitzer ve Nobel ödüllü yazar John Steinbeck ile “dünyanın en büyük savaş fotoğrafçısı” olarak anılan foto muhabiri Robert Capa Moskova’ya vardılar. Soyvetler Birliği’ndeki gündelik hayatı bizzat görmek ve kayıt altına almak niyetiyle başladıkları 40 günlük gezi, Moskova’nın ardından Kiev, Stalingrad, Tiflis ve Batum’a uzanacaktı."  John Steinbeck ile Robert Capa Sovyetler’de ne gördüler? 

Nuri Bilge Ceylan'ın resmi YouTube hesabı. Dün bütün gece buradaki videoları izledim. Kanalda NBC filmlerinin kamera arkası görüntüleri var. Ceylan'ın çalışma yöntemi,  canından bezmiş oyuncuları, sahicilik arayışının bir platformu olarak platolar, vs. 

Bu aralar Pascal'ın 'Düşünceler'ini okuyorum. Hani şu meşhur tabirin yer aldığı kitap:


İnsanın beyhudeliğini tam olarak anlamak isteyen birinin, aşkın sebeplerini ve sonuçlarını düşünmesi yeterlidir. Aşkın sebebi bir Je ne sais quoi'dır.*  Comeille. Ve sonuçları dehşetengizdir.  Bu Je ne sais quoi, bu farkma varamayacağımız kadar küçük şey, yeryüzünün tamamım, bütün hükümdarları, orduları, bütün dünyayı sarsar.
Kleopatra'ınn burnu biraz daha küçük olsa, dünyanın hali bambaşka olurdu.
İnsanın elinin altında ömür boyu olması, dönüp dönüp bakılması gereken kitaplardan.

Herneyse bu günlük bu kadar mesai yeter.


*Je ne sais quoi: bir seyi ya da bir kisiyi ozel/cekici yapan, benzerlerinden ayiran, anlatmasi zor nitelik
* en üstteki fotoğrafta neşet ertaş, babası muharrem ertaş ve ailenin geri kalanını görüyoruz.

Çarşamba, Ağustos 31, 2016

Vedat Türkali'yi kaybettik

Gece bi ara bi rüya gördüm. Şimdi tam yazmaya oturduğumda geldi aklıma ama ne gördüm, hatırlayamıyorum.

Ha. Şahin Ö. vardı. Sanırım konu onun başarı öyküsüydü ve onun karşısında benim hayatımı nasıl harcadığım üzerine bi endişe üzerine kurulmuştu. Benden daha iyi çiziyorlar, benden daha iyi entelektüeller falan.

***   ***   ***

Derken uyandım. Her uyanışı moral bozucu bi hastalık olarak yaşıyorum.

Havalar ısınmadan şu kargoyu göndersem iyi olacak diye düşündüm hemen. Ama önce kahvaltı hazırlayayım dedim. Fakat peynir kalmamıştı ve bi kaç dilim ekmek vardı ancak. Ekmek olmasın, dedim, zaten ekmeği kesmem gerekmiyor mu? Artık bi diyet programına ciddi ciddi başlamam gerekmiyor mu?

Bu şekilde biraz düşündüm.

Sonra, pastanede kahvaltımı yapmaya, oradan Yurtiçi Kargo’ya yürümeye karar verdim. Fakat önce bi kahve içip kendime gelsem iyi olacaktı.

Kahvemi hazırladım. Koltuğa kuruldum, Twitter’a baktım, diğer yerlere baktım, Birgün’e göz gezdirdim falan.

Sonra çıktım işte yola.

Kargoyu hallettikten sonra, çıkmışken bi de markete uğrayayım, dedim. Uğradım ve bi kaç şey aldım.

Özellikle incir. İncir dünyanın en güzel bi kaç şeyinden biri.

Eve döndüğümde Vedat Türkali’nin öldüğü öğrendim. Üzüldüm tabii. Sevdiğim saygı duyduğum bi insandı. Bir Gün Tek Başına’yı herkes gibi ben de okudum ve o yıllarda çok fena etkilenmiştim romandan.

Yürürken, Muse dinledim. İnsan coşuyor tabii. Ve bi kaç fikir falan birden hücum ediyor. Sanırım öykü öykü bi kitap yapacaım. Bir benhayattayken kitabı.


***   ***   ***

21.11
Sonra kıymalı makarna yaptım. Bir kaç yazı üzerinde çalıştım.  Bu Scrivener iyi bi şey. Çok kullanışlı ve toparlayıcı bi yanı var.

Bi şey okumadım fakat.

Onun yerine dizi izledim falan.  Stranger Things diye bi dizi varmış, çok iyimiş, belki birazdan başlarım.

Tatil de bitti bitecek.

***   ***   ***

00.42
Ve uyuyakaldım.  Bi ara kalktım, uyanmaya çalıştım, bilgisayarın başına geçtim fakat sonra tekrar kanepeye attım kendimi ve uyku tekrar içinde kendimi kaybettiğim bi şey oldu. Bu bir müddet böyle devam etti ama nefes almakta zorlandığım ve bir takım tuhaf sesler çıkarttığım ve bu sesleri nasılsa duyabildiğim için uyandım.  Hemen bi çay hazırladım. Yüzümü yıkadım ve bir kez daha bilgisayarın başına, uykum açılsın diye, geçtim. Birden İstiklal Marşı çalmaya başladı. Yüksek sesle, sanırım bi araba hoparlöründen falan yayın yapılıyordu. Hemen sesin geldiği yöne koştum ve o vakit bir grup teyze ve amcanın ayağa kalkıp, esas duruşta durup, marşa eşlik ettiğini gördüm.

Pazar, Mayıs 15, 2016

tolstoy

tolstoy’u (henri troyat) az önce bitirdim.

sonya hakkında ne söylenebilir? Aslında her evde değişik şekillerde (veya düzeylerde) çok sık tekrarlanan şeyler.

ama tolstoy bir dev. biraz şamatacı, dramı seviyor ama bir dahi.

karısı bir dahinin karısı olmaktan ötürü gurur duyuyor, ona hayran ama o adamın o kitapları yazmasına neden olan şeylere tahammül edemiyor.

hep böyle olur. anlayabildiğimiz kadarını isteriz ama anlayamadıklarımız o kadar çoktur ki hep istemediğimiz şeyler olur hayatta.


bak ben de tolstoy babamız gibi yazmaya başladım.

Pazar, Mart 06, 2016

müzik dinleyelim

milan hâlâ uyuyor. az önce yanına gittim, hemen gözlerini açtı, "uyandın mı?" diye sordum, "yok," dedi. dün belki satın alırız diye bi yer baktık. orman kenarında, önünden ırmağımsı bi şeyin aktığı bi yer. pek kıytırık bi yer idi. ne kare ne üçgen ne yamuk bi biçimi vardı, biçimsiz şey pek mahzun pek zavallı bi şey oluyor. sonra eve döndük. öte yandan kulağımda hâlâ bir problem var. neden doktora gitmiyosun? daha bi sürü şey için gitmen lazım, göstermen lazım kendini; neden gitmiyosun? müzik dinleyelim.